Yalan

Altay Ömer Erdoğan bu hafta sayfasına yazar Fakri Erdinç'in "Yalan" adlı eserini taşıdı.

Cansu Yüksel
Cansu Yüksel Tüm Haberleri
Haber albümü için resme tıklayın

Kitap okurum, olup bitenlerin tasası bana düşer. Sinemaya giderim, girerken yerlisi olduğum şehrin, sokaklarına tekrar çıktığım zaman yabancısıyım. Gördüğüm filme göre, yaşamak ya gözümden düşmüş ya eskisinden çok güzelleşmiştir. Sinemadan, dudaklarımda belli belirsiz bir istihza*, öksüz bir burkuluş, gözümde donan bir damla yaşla çıktığım olur. Tasalanmamak elimde değil. Bu yüzden, bazan her gördükleri filmden bir melodi aşırabilenlere, filânca gibi sigara yakmayı veya falanca gibi göz süzmeyi öğrenenlere imrendiğim olur. Çocukluğumda ben de onlardan farklı bir taklitçi değildim. Tarzan gibi bağırdığım oldu amma, bir kovboy veya gangster gibi yumruk sallamayı kıvıramadım; çünkü fukara çocuğu idim, yumruk yemekten yumruk atmaya fırsat bulamadım.

Bir sinemanın arka kapısından çıkarken düşünüyorum bunları.. Gene aynı ruh hâli… Uzun bir seyahatten memleketime henüz dönmüşüm, yahut şimdi taburcu olduğum bir hastanenin ön bahçesine çıkmışım gibi ayaklarım savsaklıyor. Ben bu ruh hâli içinde, zamanı ve bütün kayıtları unutarak, uzun uzun yürümek, kendi kendime mırıldanarak düşünmek arzusunu duyarım. Amma doluya koyacakmışım da sığmayacak, boşa koyacağım almayacakmış bana ne?

Paşa gönlüm “Bana ne?” diyor amma, gerçek öyle değil. Hemen hiçbir sinema çıkışını ağız tadınca yaşayamadım. Kafanda itişen meselelerden fırsat bulabilirsen aşk olsun. Otobüs saati belli. Akşama şu şu lâzım demişlerdir. Daire paydosuna matine zamanını da eklersen, saat şu kadar olmuştur. Yani acele etmek lâzımdır. Öyle ya, bu kadar saattir nerde idim ben?

Bu suali kimlerin soracağı malûm. “Korkmam!” diyemem. Daha doğrusu, ağzımın tadını kaybetmekten korkarım da ondan. Dünyada bir sen kaldıysan, dosdoğru söyle de bak; sual hazır:

- Beni niye götürmedin?

Kekelersin:

- Çocuk? Onu ne yapardık?

- Öyle ise sen de gitmeseydin.

Dilinin ucu ile cevap verirsin:

- Filmi pek methettiler de…

Ve ağzının payını alırsın:

- Haydi haydi, yazık paralara… Siz filme değil, aşna fişneye gidiyorsunuz… Kimbilir gene…

Hoş, böyle söylemek de haklıdır üstelik. Zaten adamın adı çıkacağına canı çıksın. Fi tarihinde, sinemada yanıma bir hatun rastladıydı; dostun biri, yememiş içmemiş, bunu bir dostuna söylemiş… O da dostuna söylemiş ve bu dost zinciri bizim evde düğümlenmiş… Nasıl kızmasın ki, bir de “Yerin kulağı var” diye yalan uydururuz. Yerin ne kulağı var, ne de gözü. İnsanlar kendi gevezeliklerini örtüp bastırmak için yere iftira etmişler… Geçelim bunları, benim demem o değil… Kısacası, ben sinemaya gittim mi doğruculuğu ağzının tadını bilmeyenlere bağışlarım. Amma, öyle ayaküstü kırk tane uydurarak peynir ekmek yer gibi de yalan söylemem. Benim klasik yalanlarım vardır. “Şu kadar ek mesai yaptık..” derim, “Malûm a, bilanço zamanı!.” Bu bir süre böyle gider.. Sonra havayı değiştiririm: “Otobüs arıza yaptı..”, “eski bir arkadaşa rastladım, ayaküstü iki çift bir tek lâf ettik..” Bunlar da sökmedi mi, at yalanın kuyruklusunu: “Bir kavga seyredelim dedik, yaka paça bizi de şahitliğe götürdüler!” Neme lâzım, hele bu yalanı söyledim mi, akan sular duruyor. Sözün kısası – Allah devlete millete zeval vermesin- hanemiz tarafını evvelâ şumaaş-ı hakiranemizle**, sonra da yalanla idare edip gidiyoruz.

Fakat bu defa gördüğüm film, beni kara kara düşündürdü. “Film anlatılınca tadı kaçar” derler amma, varsın kaçsın; benim keyfimi kaçırdığı için inadına anlatacağım: Efendim, dedektiflere hizmet eden bir doktor, suçunu ustalıkla gizleyen bir kadının çeşitli tarihlerde ifadesini alıyor. Bu işi yaparken de antika antika âletler kullanıyor. Kadının bu âlet tarafından tesbit edilen ifade grafikleri, bazan doğru ile yalan arasında, Filipin çukuru ile Himalaya zirvesinin farkı kadar uçurumlar kaydediyor.

Şimdi anlaşıldı mı mesele?   Ben bunu aklı erenlere de sordum soruşturdum; netice korkunç: yalan makinesi icat olunmuş! Güya insan vücudu birtakım görünmez ışınlar yayıyormuş. Ruh hâlimizin şifresi işte bu ışınlarla çözülüyormuş. Hattâ, yalanı meydana çıkarmak için, Amerika’da öyle tecrübeler yapılmış ki, bu âletler yakın zamanda, tâ parlamentolardan tut da, dairelere, mekteplere, kışlalara, mahkemelere ve nihayet evlere kadar girecekmiş. Yani her evin radyosu, dikiş makinesi gibi, bir de yalan makinesi olacakmış.. Bu makineler ülke aşırı yollardan bizim memlekete ne zaman ulaşır, hele bizim eve ne zaman girer bilmem amma, şimdiden köz gibi yüreğim yanıyor. İşte o zaman yandığımızın resmidir.

Bununla birlikte, düşüne düşüne teselli tarafını buldum. Şimdiden tasalanmak boş. Gün ola harman ola.. Bu makineler mahkemelere girdiği gün yalancı şahitlerin pabucu dama atılacak demektir. Mekteplere girerse, öğretmenlere gün doğar. Hele parlamentolar a girerse, milletin gözü aydın! Hükümetler yeni program mı okuyacaklar? Daya makineyi kürsüye de vaatlerin şiddetinden ibresi kırılsın!

İyi iyi bu makineler.. İsterse tez günde gelsin.. Nasıl olsa satın almaya bütçemiz elvermez.. Hem hâli vakti yerinde olsa bile, benim hiçbir evlinin bu makineden edineceğine aklım ermiyor.

Artık evimin kapısında ve zile dokunmak üzereyim. Kendimi şöylece bir toparlayıp ne söyleyeceğimi hazırladım. İmdadımda gene, yerine göre bin doğrudan daha uysal olan bir yalan. Zaten dünya yalan, insanoğlu yalan!

15 Nisan 1949, Şadırvan

 

* Alay

** Küçücük maaşımızla

 

Fahri Erdinç

1917'de Akhisar'da doğdu. 1930'da Balıkesir Öğretmen Okuluna girdi. 1936-37 ders yılında Afyon'un Sandıklı ilçesinin Ürküt köyünde öğretmenliğe başladı. 1938-39 ders yılında baba mesleğini bırakarak, sınavını kazandığı Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde öğrenci oldu. Bu bölümde öğretim üyesi olan Sabahattin Ali ile tanıştı. Aynı yıl yazmaya başladığı ilk öykülerinde, onun öğütlerinden çok yararlandı. 1946'da devlet radyosuna geçti. Temsil kolunda üç yıl çalıştı. Bu arada Şen Olasın Halep Şehri (1945) adlı şiir kitabından sonra Ankara'da "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi" (1948, sayı 8) onun öyküleriyle özel sayı çıkardı.

1947’de politik nedenlerle cezaevinde yattı. Bulgaristan’a politik göçmen olarak sığındı. Yurt dışına çıkışından 1969'a kadar, yapıtları kendi ülkesinde okura ulaşamadı. 1970'li yıllarda Türkiye'deki dergilerin şiir ve öykülerine yer vermesiyle yeniden okur önüne çıktı. Bu yıllardan ölümüne değin kimi yapıtları kitap olarak da yayınlanma fırsatı buldu. Ama bu girişimler süreklilik göstermediği gibi, son yirmi yılda yine kesintiye uğradı. Fahri Erdinç, 11 Kasım 1986’da Sofya'da öldü. Pek çok edebi yapıtın yanında öykü kitaplarına da imza attı; Akrepler (öykü, 1952), Âsi (öykü, 1955), Memleketimi Anlatıyorum (öykü, 1960), Diriler Mezarlığı (öykü, 1964), Canlı Barikat (öykü, 1973). Yazarın kitapları Yordam Yayınları tarafından okurla buluşturuluyor. Anısına saygıyla…

11 Kas 2023 - 08:06 İzmir- Kültür-Sanat Haberleri


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Gazete Yenigün Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Gazete Yenigün hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Gazete Yenigün editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Gazete Yenigün değil haberi geçen ajanstır.